Tarihi Yarımada’dan Üsküdar’a yol gittiğini söylemekte herhalde türkü. Bir bağ var yani, asıl İstanbul ile, Sur İçi ile, Üsküdar arasında. Üsküdar da İstanbul’a dâhil[1] o vakit. Doğrudur. Arada deniz de olsa, bir bağ var. O sebeple, karşıdan İstanbul’un fethini görmeklikle, fethe şahit olmaklıkla aklında tutuyor şair Üsküdar’ı[2]…
Peki, 28 Şubat’la 8 Mart arasında bir ilişki olabilir mi? 10 gün bile yok aralarında. 4 yılda bir uzaklaşsa da, 365’i düşününce, kayda değer bir yakınlık. Peki, bu yakınlık, mümkün kılıyor mu 8’inden şöyle bir kafayı çıkarınca 28’i görmeyi? oldukça fazla düşündü.
Finaller vardı. Senenin sonunda olurdu. Bir yaz günü şapkanın içine sıkıştırdığı saçlarının diplerinden ter akarken sınavda karşısında duran kişinin, ona neden sürekli bağırıp çağırdığını çok uzun süre anlamadı. Giriş kısmını, güvenliği atlatmıştı. Neden sınav anında sorun olmuştu kahrolası şapka? Koridora girince güvende olduğu söylenmişti oysa… “Bu kıyafetle gelmeye hakkın yok”, dedi er kişi. Yüzümüzü yere eğemezsin…”
Anlamadı kahraman. Kendi suçu saydı. Kendi suçu sandı. Çok uzun süre… 28’le 8 arasında bir ilişki de görünmedi gözüne. Şapkalı, şapkasız, örtülü, örtülü ama önden görünen telli, örtülü ama uçlardan hafif çıkık bukleli, örtüsüz saçı sarı renkli, örtüsüz saçı kırmızı renkli, örtüsüz saçı dalgalı, örtüsüz saçı uzun, örtüsüz saçı kısa… Hepsinin ayrı ayrı birer gösteren olarak kodlandığını, okunduğunu, hatta üzerine yazıldığını, çizildiğini, her bir kararından her bir hareketinden koca koca temsiliyetler çıkarıldığını kavrayamadı.
8’lerde olan bitenler kahramanın gündemine girmedi uzun süre. Taşrada, 8’lerden biri münasebetiyle bir sendika tarafından hazırlanan kutlama etkinliğinde “Fabrikada ölen kadınların ardından her yıl kutlanır” cümlesinden sonra erkek sunucunun buğulu sesle okuduğu “Kadın Şiiri” midesine bir kramp sapladı. Küçücük salonda mikrofonun cızırtısı da krampı daha içeri bir yere iletiyor gibiydi. Mikrofonu elinde buldu. Kendisi mi istedi, gidip aldı mı, hatırında değil. “Çalışma koşulları nedeniyle fabrikada ölen kadınlardan sonra bu günün ilân edilmesinin arkasında da vardır bir hinlik” dedi. “Bu kapital çark yanan bedenler üzerinden bize çiçekli böcekli kutlamalı bir gün hediye etmiş, ne yani kabul mü edeceğiz, hemen benimseyecek miyiz, her gün bizim değil mi? Hem fabrika dediğiniz yere, o paralara çalıştıracak adam bulamadılar diye çağırmadılar mı kadınları? Şimdi de işleri düştüğüne çağırmıyorlar mı? Resimlerin arkalarına hiç bakmayacak mıyız?” Ana resmi görmek konusunda öğrendiği cümleler vardı.
Sendika yetkilisi hoşlanmadı bu çıkıştan. Kadın öğretmenlere yemekler verilmişti. Gerekli tarihi ansiklopedik bilgi arkasından ilgili şiir de okunmuştu. Karanfiller çıkıştaki sepette hazırdı. Her çıkana dağıtılacak ve bu belirli günlerden bir gün, üye öğretmenlerin memnuniyeti bitecekti. Bu yeni yetme tiz kız sesinin ne anlamı vardı? “Size” dedi, 28 Şubat’ta yapılan kadın hakları ihlali değil miydi, bu konunun en çok sizinle ilgisi var.”
“Olur mu öyle şey” dedi kahraman. “28 Şubat bir inançla mücadele ediyordu. Görünürde biz vardık, tabii. Ama kadın erkek herkesle ilgiliydi.” Öyleydi. Bundan emindi. Eylemler bittikten sonra kızlar içeri giremese ve erkekler girse de emindi. İçerdeki hocaların kimisi rektörün düzenlediği yemeğe ailesindeki açık kadınları eşleri gibi tanıtarak gitse de emindi. Sene sonunda girdiği finale şapkası ile geldiği için bir davanın yüzünü yere eğdirdiğine inandırılsa da emindi.
Yaşadı kahraman… Nice 28’ler, 8’ler geçti hayatından. Hiç 8’lerde kulağına bitmeyen okullar, alınamayan diplomalara ilişkin hikâyeler çalınmadı. Onunla ilgili anmalar 28’inde oluyordu.
Peki, 28’inde ne oluyordu? Herkesin evinin kapısı kendininkine açılıyordu. 28’inde kadınlar grup grup ayrılıyordu. Açanlar, açmayanlar, şapka takanlar, bütün bursu tepebaşındaki perukçulara yatıranlar, bursu bulup yurt dışına çıkanlar, çıkamayıp eve dönenler, özel okulda kılıktan kılıkta bazen görünmez şekilde, sığıntı biçiminde bir diplomaya kavuşanlar, burs yerine ikinci eşlik teklifi alanlar…
Çokluk, 8’in kadınları az başlarını çıkarırlarsa 28’i görürler diye arkaya bakmayı istemiyorlardı. Değil miydi ki 28’liler zaten boyunduruğu baştan kabul eden, zaten ataerki içselleştirenlerdi(!) 28’in kadınları, “Biraz ileri gidersek 8 bizi yutar” diye korkuyorlardı da az öteye bir bakmıyorlardı. Değil mi ki 8’in kadınlarının hiç ayıptan anladıkları, yol izan bildikleri yoktu. Zaten kucaklarını açıyor gibi de görünmüyorlardı.
Yıllar geçtikçe, 8’lerde nice renkler, 28’lerde nice renkler olduğunu gördü kahraman. Katman katman, doku doku, çeşit çeşitti hikâyeler. Blokların, büyük cümlelerin, pankartların ardında, herkesin hikâyesi tek ve biricikti. Ne kadar benzerlikler, ne kadar farklılıklar vardı…
Kim hangi tarihi neye göre nasıl görüyor, bilinmez. Ama “28’ten 8’e bir yol var”, “8, 28’i görmedikçe hep eksik…” dedi kahraman. Bir yerde yaşam mücadelesi varsa, hak mücadelesi varsa, tarihlerden tarihlere, takvimlerden takvimlere illâ ki yol vardır.
Ve kahraman eyitti: “Vatan değilim, çiçek değilim, toprak değilim, tabiat değilim; teminatın, gösterenin, turnusolun değilim.” Kulum. Sen de kulsun, ben de kulum. “Hikâye burada biter ve buradan başlar” dedi. “’O’ ne güzel söyler” diye ekledi. Bütün cümleler bununla biterdi.
“Deste deste gül” istemedi. Başına “çavuş” da… 28’den 8’e oradan tekrar 28’e döngü var, gördü. En başa döndü. Burnunun dibindeki görmek için bunca yol gitmesi gerektiğine şaşırdı. Başkaları buncasına zahmet çekmesin dedi. Bunu vazifesi bildi. Hikâye bitti mi? Bitmedi. Yeni başlıyor…
[1] Atilla İlhan “Ayrılık da sevdaya dâhil”den ilhamla.
[2] Yahya Kemal, “İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar”